Çılgın Türkler: ÇANAKKALE SAVAŞI VE ALİ'NİN DESTANI


ÇANAKKALE SAVAŞI 
VE ALİ'NİN DESTANI

Çanakkale Savaşı, her biri ötekinden görkemli, her biri ötekinden dokunaklı destanlar yarattı. İşte bu da bizim destanımız.
Ahmet Kâ oğlu Ali’nin destanı;
1915’in Nisan ayıydı... İngiliz gemileri Çanakkale kıyısına asker indiriyordu... Düşmanı durdurmak gerekiyordu. Osmanlı ordusunun başındaki Alman paşa hesap adamıydı. Taarruz değil, hesap ediyordu. Genç kumandan Mustafa Kemal ise çoktan yapmıştı hesabını. Vatan elden gidiyordu. Ölümün hesabı yapılamazdı. Alman üst kumandanı beklemeden verdi taarruz emrini...
Kemal’in askerleri sabahın ilk ışıkları ile birlikte, gözlerini kırpmadan ve bir an için bile düşünmeden ileri atıldılar. Bir yandan düşman siperlerinden mermi yağıyor, bir yandan da Çanakkale Boğazı’na demirlemiş gemilerden atılan top gülleleri yeri dövüyordu.
Ali, ikinci kez silah altına alınmasından buyana neredeyse 3 yıldır askerdi. İlk askerlik döneminde değişik cephelerde dövüşmüştü. Alışkındı düşman mermilerine. Bir an bile tereddüt etmeden atıldı ileriye... “Vatanın kurtuluşu için düşmanın kökünü kazımak gerekiyordu.” Bunu çok iyi öğrenmişti. Dövüşmeden olmayacaktı.
Düşman arsızdı. Her cepheden saldırıyordu. Şimdiki cephe Çanakkale idi. Yağız bir gençti komutanı, taarruz öncesi demişti ki, “namusumuzu, ırzımızı korumak, vatanımıza sahip çıkabilmek için savaşmak zorundayız. Üstelik bu savaş devletimizin kalbine uzanan hançer gibi... Çanakkale geçilirse, bu hançer İstanbul’a saplanacak, her şey bitecek. Taarruz emri verdiğimde bir an bile ölümü düşünmeden süngünüzü düşmanın bağrına saplayacaksınız.”
Gözleri çakmak çakmak yanan genç komutanın sözleri kamçılamıştı askerleri... Ölümü düşünmeden siperlerinden fırlayıp atılmışlardı ileriye.
Ali, deneyimliydi... Çok savaş görmüştü. Yiğitti. Ölümü bir an bile aklına getirmeden süngü hücumuna geçti. Ön saflardaydı. Düşman da yiğitçe dövüşüyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla parlayan süngülerin arasından mermiler vızırdayarak geçiyordu kulaklarının dibinden. İlerleme sağlamışlar yeni bir sipere atmışlardı kendilerini. Düşmanla aralarında mesafe daralmıştı.
Ali yine ön saflardaydı, yiğitti, gözüpekti. El bombasını kütüklüğünden çözdü. Öğrendiklerini içinden tekrarladı; “fitili yak, sonra say 1, 2, 3, 4, 5 ve sonra fırlat...” Deneyimliydi, kim bilir kaç kez düşmanın üzerine bomba olmuş yağmıştı. Yerinden yavaşça doğruldu.  Kumandanının işaretiyle el bombaları fırlatılacak, düşman hattının dövülmesi ile birlikte ikinci bir sıçrama yapılacaktı. El bombasını, en uzağa, düşman siperlerinin ortasına kadar ulaştırabilmeliydi. İşaret geldi, fitili yaktı, saymaya başladı, 1, 2, 3, 4... Düşman mermi yağdırıyordu, aldırmadan doğruldu... Doğrulması ile birlikte göğsünün sol yanında sinek ısırığı gibi bir sızı hissetti. Vurulmuştu.... Elindeki bombayı fırlatmak istedi, yapamadı... Göğsünde ılık ılık bir akıntı hissetti, fırlatamadığı bombayla birlikte yere yığıldı.
Bomba elinde patlayacak, belki de siperdeki arkadaşlarının ölümüne neden olacaktı. Elinde tuttuğu bombayı, patlamadan göğsünün altına çekmeyi başardı...
“Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.”
Savruldu sipere, Ali’nin eli, kolu, göğsü, bacağı...
Nefes almaya çalıştı son kez. “Allahım” diye bildi sadece...
Top, tüfek sesi uzaklaşıyordu kulaklarından. Sonra hiçbir şey duymaz oldu.
Küçük bir kız çocuğu geldi gözlerinin önüne. Belli belirsiz “Emine” diyebildi. Küçük bir kız çocuğuydu. Üstü başı dökülmüş, çiçekli, kirli, solgun bir entari vardı üzerinde. Yüzüne sinekler çokuşmuş, gözlerinde nem... Gözgöze geldi küçük Emineyle. Uzanıp elini tutmak istedi, olmayan eliyle... Burnuna yayla çiçeklerinin kokusu geldi. Sonra bu kokuya bebek kokusu karıştı. Karısının hamile olduğunu öğrenmişti. Minik bir bebek, daha süt kokuyor. Geldi, gözlerinin önüne oturdu. Sevmek, dokunmak, koklamak istedi... Son bir çaba gösterdi çocuklarına uzanabilmek için... Emine’nin görüntüsü bir kez daha geldi oturdu gözlerinin önüne ve bir de bebek kokusu... Doymak ister gibi içine çekti kokuyu. Göğsünden ılık ılık akan kanı hissetti sonra. “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu va resulühü" demek istedi... Dudaklarını kıpırdatamadı... İçinden geçirebildi.
Ölümü bir an bile düşünmeden atılmıştı ileriye...
Ama ölüm onu buldu...
Bir ışık geldi oturdu gözlerinin içine
Son nefesini verirken, göz kapakları düştü.
* * *
Bir hafta sonra…
Yer: Çanakkale. Arıburnu cephesi yakınlarında bir sahra hastanesi.
Mulla Ahmet, yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Hastane olarak kullanılan çadırda görevli bir sıhhiye eri hemen koşup yanına geldi. “Hayrola hemşerim nereye böyle?” diye çıkıştı. Sonra da, “daha yaran kapanmadı. Sakın kıpırdama” diye ekledi.
Ahmet meraklanmıştı. Yaralanıp hastaneye alındığı andan buyana aynı cephede bulunun abisi Ali kendisini yalnız bırakmamıştı. Gün aşırı geliyor, halini hatırını soruyor, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor, cesaret veriyor, umutlandırıyordu. Ali, deneyimli bir askerdi. Çok gün görmüştü. Küçük kardeşi Mulla Ahmet’in umudunu canlı tutmaya çalışıyordu. En çok da, “Bugünler de geçer. Düşmanın karşımızda şansı yok. Vatan kurtulacak, senin de yaran iyileşecek. Sonra birlikte evimize döneceğiz” diyordu.
Abisi yaklaşık bir haftadır ortalarda yoktu. “Hiç bu kadar ara vermemişti” diye düşündü. İçinin daraldığını hissetti. Hayra yormaya çalıştı, olmadı.
Sırtından vurulmuştu. Ayağa kalkmakta zorlanıyordu. İçi içini yiyordu, yerinde duramadı. Kalktı. Yatağın hemen yanında bulunan ağaç dalından yapılma koltuk değneklerine uzandı. Aldı. Etrafına bakındı. Çadırın öte yanında müthiş bir hareketlilik vardı. Sıhhiye erleri kendi aralarında konuşurken duymuştu. Birisi “Arıburnu cephesinde büyük bir kapışma olmuş” diye anlatıyordu. Cepheden sürekli yaralı geliyordu. O koşuşturmaca içinde kimsenin kendisini görecek hali yoktu. Bunu fırsat bildi. Koltuk değneklerine dayanarak çadırdan çıktı. Ne yapmalı, etmeli de, abisi Ali’nin cephesinden haber almalıydı.
Cepheden gelen haberlerin not edildiği bir masa gördü. Oraya doğru yöneldi.
Masaya yaklaştıkça sıkıntısı büyüdü. Masanın etrafı anababa günüydü. Kalabalığın arasından sıyrılıp masaya yanaşmayı başardı. “Hemşerim bir şey soracaktım” dedi. Duyan olmadı. Sesini yükseltip yine sordu. Herkes bir şeyleri yetiştirme telaşındaydı. Yine duyan olmadı. Bu kez uzandı masa başında oturan askerin kolundan tuttu. “Bir şey soracaktım” dedi. Asker, ne istiyorsun der gibi bakındı. Askerin ilgisini çektiğini anladığı andan itibaren makineli tüfek gibi hızla çıktı ağzından kelimeler. Nerede yaralandığını, kaç gündür burada yattığını, abisinin de aynı cephede asker olduğunu, kendisini gün aşırı ziyarete geldiğini, ama cepheden büyük kapışmanın başladığı haberinin gelmesinden buyana abisi Ali’den haber alamadığını bir solukta anlattı. “İçimde bir sıkıntı var hemşerim. Ne olur bir bakıver kayıtlarına, yaralanıp gelmiş olmasın O da” diye bitirdi konuşmasını.
Görevli asker, “Abi’nin adı, doğum yeri, doğum tarihi…” diye sordu. Mulla Ahmet bir solukta abisinin künyesini okudu: Ahmet oğlu Ali, Adana, 1302… Asker bilgiyi aldıktan sonra elindeki kayıt defterini karıştırırken bu kez Ahmet’e sordu, “sen kaç doğumlusun?”, “1309” dedi Ahmet.
Görevli asker, defteri karıştırırken bir an duraladı. Sonra bir şey yokmuş gibi yeniden sayfaları hızla çevirmeye başladı. Mulla Ahmet işkillendi. Askerin elini tuttu. “Demin duraladığın sayfaya geri dön” dedi. Asker, “bir şey yok” diye karşılık verdi. Mulla Ahmet ısrar etti, asker direndi. Sonunda görevli asker, “Bak Ahmet kardeş” dedi, sonra devam etti; “Bence sen çadırına dön ve iyileşmeye bak.”
Mulla Ahmet iyice tedirgin oldu. “Bana orada ne okuduğunu söyle hemşerim” diye çıkıştı.
Görevli askerin ağzından, “şehitlik, makamların en yücesidir” sözlerinin çıktığı an, başı döndü, dili damağı kurudu, ne diyeceğini bilemedi. Ağlamak istiyor ağlayamıyor, yürümek, uzaklaşmak istiyor elleri ayakları titriyordu. Bir an öylece kaldı. Sonra, koşuşturan sıhhiye erlerinin arasından ayaklarını sürüyerek uzaklaştı.
Sıhhiye çadırlarının ardında küçük toprak yığını vardı. Tepe gibi. Oraya yöneldi. Toprak yığının arkası uçurum gibi bir yardı. Yarın başına geldi, gözlerini uçsuz bucaksız denize çevirdi. “Allahım ben ne yapacağım” dedi. Koltuk değneklerini bıraktı, yere diz çöktü. Kur-an’dan bir sure okumaya başlamıştı ki, gözlerinden sicim gibi gözyaşı boşaldı. Bir yandan hıçkırarak ağlıyor, bir yandan okumaya çalışıyordu.
Hıçkırıkları dualarına karıştı…
* * *
2 ay sonra….
Yer: Adana’nın Kürkçüler Dağcı Köyü…
Sarı sıcak çökmüştü Çukurova’nın düzüne. Alışık değillerdi bu sarı sıcağa. Göçerliğin yasaklanmasından sonra bu kaçıncı yazdı bilinmez, ama alışamamıştı Kürkçü obası. Evin kadınları tek göz odalı evin gölgesinde oturmuş, sıcağı ve savaşı konuşuyorlardı. Ne olmuştu yedi düvele diz çöktüren bu Osmanlı’ya... Düşman gelmiş burunlarının dibine dayanmıştı.
“Gız Havva, bak hele” diye bir ses geldi avludan. Bu Havva’nın kocası Ahmet Kâ idi…
Havva meraklandı, evi dolanıverdi bir solukta. Avluya geldi. Ahmet’in elinde bir kağıt. Gözleri dolu, sesi ağlamaklıydı, “Alim” diyebildi... Ve bir anda yangın yerine döndü Ahmet Kâ’nın obası...
Ali’nin Künyesi gelmişti cepheden, bir de vatan için şehit düştüğünü belirten, sağdan sola iki satır yazı....

İDRİS ADİL

(“Çanakkale Savaşı ve Ali’nin Destanı”, gerçek bir  yaşam hikayesidir. Bu hikaye, Atıf Adil, Ayşe Ünal ve Dürdane Ongun’un verdiği bilgilerden yola çıkılarak İdris Adil tarafından kurgulanmıştır.)

Yorumlar