![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjoHUXmUE0VQ_47_mqaniz04xUrp2_91S7jsM5atNp8EcBJaY5P87NXsCPJwUGGMit-3kCimCwrZJmfUrQ9dQxc2x9iavkkwql1H0MTEg0wLRz3Yc6G5KWMIUAJvtuS3xxBu8Y93CCpPLo/s400/%25C3%2587anakkaleSava%25C5%259F%25C4%25B1.jpg)
ÇANAKKALE SAVAŞI
VE ALİ'NİN DESTANI
VE ALİ'NİN DESTANI
Çanakkale Savaşı, her biri ötekinden
görkemli, her biri ötekinden dokunaklı destanlar yarattı. İşte bu da bizim
destanımız.
Ahmet Kâ oğlu Ali’nin destanı;
1915’in Nisan ayıydı... İngiliz gemileri
Çanakkale kıyısına asker indiriyordu... Düşmanı durdurmak gerekiyordu. Osmanlı
ordusunun başındaki Alman paşa hesap adamıydı. Taarruz değil, hesap ediyordu.
Genç kumandan Mustafa Kemal ise çoktan yapmıştı hesabını. Vatan elden
gidiyordu. Ölümün hesabı yapılamazdı. Alman üst kumandanı beklemeden verdi
taarruz emrini...
Kemal’in askerleri sabahın ilk ışıkları ile
birlikte, gözlerini kırpmadan ve bir an için bile düşünmeden ileri atıldılar.
Bir yandan düşman siperlerinden mermi yağıyor, bir yandan da Çanakkale
Boğazı’na demirlemiş gemilerden atılan top gülleleri yeri dövüyordu.
Ali, ikinci kez silah altına alınmasından
buyana neredeyse 3 yıldır askerdi. İlk askerlik döneminde değişik cephelerde
dövüşmüştü. Alışkındı düşman mermilerine. Bir an bile tereddüt etmeden atıldı
ileriye... “Vatanın kurtuluşu için düşmanın kökünü kazımak gerekiyordu.” Bunu
çok iyi öğrenmişti. Dövüşmeden olmayacaktı.
Düşman arsızdı. Her cepheden saldırıyordu.
Şimdiki cephe Çanakkale idi. Yağız bir gençti komutanı, taarruz öncesi demişti
ki, “namusumuzu, ırzımızı korumak, vatanımıza sahip çıkabilmek için savaşmak
zorundayız. Üstelik bu savaş devletimizin kalbine uzanan hançer gibi...
Çanakkale geçilirse, bu hançer İstanbul’a saplanacak, her şey bitecek. Taarruz
emri verdiğimde bir an bile ölümü düşünmeden süngünüzü düşmanın bağrına
saplayacaksınız.”
Gözleri çakmak çakmak yanan genç komutanın
sözleri kamçılamıştı askerleri... Ölümü düşünmeden siperlerinden fırlayıp
atılmışlardı ileriye.
Ali, deneyimliydi... Çok savaş görmüştü.
Yiğitti. Ölümü bir an bile aklına getirmeden süngü hücumuna geçti. Ön
saflardaydı. Düşman da yiğitçe dövüşüyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla parlayan
süngülerin arasından mermiler vızırdayarak geçiyordu kulaklarının dibinden.
İlerleme sağlamışlar yeni bir sipere atmışlardı kendilerini. Düşmanla
aralarında mesafe daralmıştı.
Ali yine ön saflardaydı, yiğitti, gözüpekti.
El bombasını kütüklüğünden çözdü. Öğrendiklerini içinden tekrarladı; “fitili
yak, sonra say 1, 2, 3, 4, 5 ve sonra fırlat...” Deneyimliydi, kim bilir kaç
kez düşmanın üzerine bomba olmuş yağmıştı. Yerinden yavaşça doğruldu. Kumandanının işaretiyle el bombaları
fırlatılacak, düşman hattının dövülmesi ile birlikte ikinci bir sıçrama
yapılacaktı. El bombasını, en uzağa, düşman siperlerinin ortasına kadar ulaştırabilmeliydi.
İşaret geldi, fitili yaktı, saymaya başladı, 1, 2, 3, 4... Düşman mermi
yağdırıyordu, aldırmadan doğruldu... Doğrulması ile birlikte göğsünün sol
yanında sinek ısırığı gibi bir sızı hissetti. Vurulmuştu.... Elindeki bombayı
fırlatmak istedi, yapamadı... Göğsünde ılık ılık bir akıntı hissetti,
fırlatamadığı bombayla birlikte yere yığıldı.
Bomba elinde patlayacak, belki de siperdeki
arkadaşlarının ölümüne neden olacaktı. Elinde tuttuğu bombayı, patlamadan
göğsünün altına çekmeyi başardı...
“Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı
beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.”
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.”
Savruldu sipere, Ali’nin eli, kolu, göğsü,
bacağı...
Nefes almaya çalıştı son kez. “Allahım” diye
bildi sadece...
Top, tüfek sesi uzaklaşıyordu kulaklarından.
Sonra hiçbir şey duymaz oldu.
Küçük bir kız çocuğu geldi gözlerinin önüne.
Belli belirsiz “Emine” diyebildi. Küçük bir kız çocuğuydu. Üstü başı dökülmüş,
çiçekli, kirli, solgun bir entari vardı üzerinde. Yüzüne sinekler çokuşmuş,
gözlerinde nem... Gözgöze geldi küçük Emineyle. Uzanıp elini tutmak istedi,
olmayan eliyle... Burnuna yayla çiçeklerinin kokusu geldi. Sonra bu kokuya
bebek kokusu karıştı. Karısının hamile olduğunu öğrenmişti. Minik bir bebek,
daha süt kokuyor. Geldi, gözlerinin önüne oturdu. Sevmek, dokunmak, koklamak
istedi... Son bir çaba gösterdi çocuklarına uzanabilmek için... Emine’nin
görüntüsü bir kez daha geldi oturdu gözlerinin önüne ve bir de bebek kokusu...
Doymak ister gibi içine çekti kokuyu. Göğsünden ılık ılık akan kanı hissetti
sonra. “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu va
resulühü" demek istedi... Dudaklarını kıpırdatamadı... İçinden
geçirebildi.
Ölümü bir an bile düşünmeden atılmıştı
ileriye...
Ama ölüm onu buldu...
Bir ışık geldi oturdu gözlerinin içine
Son nefesini verirken, göz kapakları düştü.
* * *
Bir hafta sonra…
Yer: Çanakkale. Arıburnu cephesi yakınlarında
bir sahra hastanesi.
Mulla Ahmet, yattığı yerden doğrulmaya
çalıştı. Hastane olarak kullanılan çadırda görevli bir sıhhiye eri hemen koşup
yanına geldi. “Hayrola hemşerim nereye böyle?” diye çıkıştı. Sonra da, “daha
yaran kapanmadı. Sakın kıpırdama” diye ekledi.
Ahmet meraklanmıştı. Yaralanıp hastaneye
alındığı andan buyana aynı cephede bulunun abisi Ali kendisini yalnız
bırakmamıştı. Gün aşırı geliyor, halini hatırını soruyor, ihtiyaçlarını
karşılamaya çalışıyor, cesaret veriyor, umutlandırıyordu. Ali, deneyimli bir
askerdi. Çok gün görmüştü. Küçük kardeşi Mulla Ahmet’in umudunu canlı tutmaya
çalışıyordu. En çok da, “Bugünler de geçer. Düşmanın karşımızda şansı yok.
Vatan kurtulacak, senin de yaran iyileşecek. Sonra birlikte evimize döneceğiz”
diyordu.
Abisi yaklaşık bir haftadır ortalarda yoktu.
“Hiç bu kadar ara vermemişti” diye düşündü. İçinin daraldığını hissetti. Hayra
yormaya çalıştı, olmadı.
Sırtından vurulmuştu. Ayağa
kalkmakta zorlanıyordu. İçi içini yiyordu, yerinde duramadı. Kalktı. Yatağın hemen
yanında bulunan ağaç dalından yapılma koltuk değneklerine uzandı. Aldı.
Etrafına bakındı. Çadırın öte yanında müthiş bir hareketlilik vardı. Sıhhiye
erleri kendi aralarında konuşurken duymuştu. Birisi “Arıburnu cephesinde büyük
bir kapışma olmuş” diye anlatıyordu. Cepheden sürekli yaralı geliyordu. O
koşuşturmaca içinde kimsenin kendisini görecek hali yoktu. Bunu fırsat bildi.
Koltuk değneklerine dayanarak çadırdan çıktı. Ne yapmalı, etmeli de, abisi
Ali’nin cephesinden haber almalıydı.
Cepheden gelen haberlerin not edildiği bir
masa gördü. Oraya doğru yöneldi.
Masaya yaklaştıkça sıkıntısı büyüdü. Masanın
etrafı anababa günüydü. Kalabalığın arasından sıyrılıp masaya yanaşmayı
başardı. “Hemşerim bir şey soracaktım” dedi. Duyan olmadı. Sesini yükseltip yine
sordu. Herkes bir şeyleri yetiştirme telaşındaydı. Yine duyan olmadı. Bu kez
uzandı masa başında oturan askerin kolundan tuttu. “Bir şey soracaktım” dedi.
Asker, ne istiyorsun der gibi bakındı. Askerin ilgisini çektiğini anladığı
andan itibaren makineli tüfek gibi hızla çıktı ağzından kelimeler. Nerede
yaralandığını, kaç gündür burada yattığını, abisinin de aynı cephede asker
olduğunu, kendisini gün aşırı ziyarete geldiğini, ama cepheden büyük kapışmanın
başladığı haberinin gelmesinden buyana abisi Ali’den haber alamadığını bir
solukta anlattı. “İçimde bir sıkıntı var hemşerim. Ne olur bir bakıver
kayıtlarına, yaralanıp gelmiş olmasın O da” diye bitirdi konuşmasını.
Görevli asker, “Abi’nin adı, doğum yeri,
doğum tarihi…” diye sordu. Mulla Ahmet bir solukta abisinin künyesini okudu:
Ahmet oğlu Ali, Adana, 1302… Asker bilgiyi aldıktan sonra elindeki kayıt
defterini karıştırırken bu kez Ahmet’e sordu, “sen kaç doğumlusun?”, “1309”
dedi Ahmet.
Görevli asker, defteri karıştırırken bir an
duraladı. Sonra bir şey yokmuş gibi yeniden sayfaları hızla çevirmeye başladı.
Mulla Ahmet işkillendi. Askerin elini tuttu. “Demin duraladığın sayfaya geri
dön” dedi. Asker, “bir şey yok” diye karşılık verdi. Mulla Ahmet ısrar etti,
asker direndi. Sonunda görevli asker, “Bak Ahmet kardeş” dedi, sonra devam
etti; “Bence sen çadırına dön ve iyileşmeye bak.”
Mulla Ahmet iyice tedirgin oldu. “Bana orada
ne okuduğunu söyle hemşerim” diye çıkıştı.
Görevli askerin ağzından, “şehitlik,
makamların en yücesidir” sözlerinin çıktığı an, başı döndü, dili damağı kurudu,
ne diyeceğini bilemedi. Ağlamak istiyor ağlayamıyor, yürümek, uzaklaşmak
istiyor elleri ayakları titriyordu. Bir an öylece kaldı. Sonra, koşuşturan
sıhhiye erlerinin arasından ayaklarını sürüyerek uzaklaştı.
Sıhhiye çadırlarının ardında küçük toprak
yığını vardı. Tepe gibi. Oraya yöneldi. Toprak yığının arkası uçurum gibi bir
yardı. Yarın başına geldi, gözlerini uçsuz bucaksız denize çevirdi. “Allahım
ben ne yapacağım” dedi. Koltuk değneklerini bıraktı, yere diz çöktü. Kur-an’dan
bir sure okumaya başlamıştı ki, gözlerinden sicim gibi gözyaşı boşaldı. Bir
yandan hıçkırarak ağlıyor, bir yandan okumaya çalışıyordu.
Hıçkırıkları dualarına karıştı…
* * *
2 ay sonra….
Yer: Adana’nın Kürkçüler Dağcı Köyü…
Sarı sıcak çökmüştü Çukurova’nın düzüne.
Alışık değillerdi bu sarı sıcağa. Göçerliğin yasaklanmasından sonra bu kaçıncı
yazdı bilinmez, ama alışamamıştı Kürkçü obası. Evin kadınları tek göz odalı
evin gölgesinde oturmuş, sıcağı ve savaşı konuşuyorlardı. Ne olmuştu yedi
düvele diz çöktüren bu Osmanlı’ya... Düşman gelmiş burunlarının dibine
dayanmıştı.
“Gız Havva, bak hele” diye bir ses geldi
avludan. Bu Havva’nın kocası Ahmet Kâ idi…
Havva meraklandı, evi dolanıverdi bir
solukta. Avluya geldi. Ahmet’in elinde bir kağıt. Gözleri dolu, sesi
ağlamaklıydı, “Alim” diyebildi... Ve bir anda yangın yerine döndü Ahmet Kâ’nın
obası...
Ali’nin Künyesi gelmişti cepheden, bir de
vatan için şehit düştüğünü belirten, sağdan sola iki satır yazı....
İDRİS ADİL
İDRİS ADİL
(“Çanakkale Savaşı ve
Ali’nin Destanı”, gerçek bir yaşam
hikayesidir. Bu hikaye, Atıf Adil, Ayşe Ünal ve Dürdane Ongun’un verdiği
bilgilerden yola çıkılarak İdris Adil tarafından kurgulanmıştır.)
Yorumlar
Yorum Gönder