Gerçek Öyküler: “MUSTAFA'YI BİR KÖY MEZARLIĞINA GÖMDÜK ANA!”

Gerçek Öyküler:
“MUSTAFA'YI BİR KÖY MEZARLIĞINA GÖMDÜK ANA!”

Yayla herkese keyif verse de, yaylanın tadını en çok çıkaranlar çocuklarla oğlaklardı. Koşup oynamak çocukların da oğlakların da doğasında vardı. Koşuşturan çocuklar terlemeye başladıklarında yanakları kıpkırmızı olur, yüzlerinden buhar çıkardı. 
Mustafa, henüz 7-8 yaşlarındaydı. Bir kayanın üzerine oturmuş yüzünden buhar çıkan akranlarını seyrediyordu. Anası Havva, koşuşturmasını yasaklamıştı. Bir yandan koşturup oynayamadığı için, içi içini yiyor, anasına kızıyor, bir yandan da anasının ve babasının neden kendisine böyle davrandıklarını anlamaya çalışıyordu.
Ahmet Kâ’nın küçük oğluydu. her biri kendisinden hayli büyük 4 abisi vardı. Büyük abisi Ali askerdeydi. Zaman zaman ağabeylerine özeniyor. Malın (keçilerin, koyunların) peşinden koşturmayı, zaman zaman da abileriyle ava gitmeyi istiyordu. “Ah, biraz daha büyüsem” diyor, yetişkin bir erkek olmayı iple çekiyordu.
Ne var ki, bu yaz işler pek de istediği gibi gitmiyordu. Karnına ağrılar giriyor, arada bir terleme, ishal… Kendinden geçiyordu. Bu nedenle koşturmasını yasaklamıştı anası Havva.
Öteki çocuklar, oğlaklarla birlikte serpilmişlerdi. Yayla havası çocuklara iyi gelmişti. 
Bir tek Mustafa… Yaylada mı, Çukurova’nın düzünde mi? Ayırt edecek durumda değildi. Giderek de kötüleniyordu. 
Abisi Mehmet (Mehmet Lecu) son dönemde kendisiyle daha yakından ilgilenir olmuştu. Mehmet, küçük Mustafa’yı sık sık omzuna alıp gezdiriyordu. “Bak Mustafa” diye başlıyordu söze sık sık, “sen bir iyileş, ava götürecem seni. Akkaya vadisinde ne kadar geyik olduğunu biliyorsun” diyordu. Mustafa, ava götürüleceğini duydukça canlanıyor, gözlerine fer geliyor, ancak iki dakika sonra yine aynı sızı, yine aynı ağrı…
Havva’nın gözü, yemek yaparken de, keçi sağarken de hep küçük Mustafa’nın üzerindeydi. Adeta O’nunla birlikte nefes alıyor, O’nunla birlikte acı çekiyordu. Oğlunun gözünün önünde eriyip gitmesine dayanmıyordu. Her gün kocası Ahmet’i sıkıştırıyordu. Ahmet de her seferinde, “elimden ne gelir, hadi söyle” diyordu. Küçük Mustafa’ya çare arıyorlardı. Havva, “Çukurova’ya inelim, Adana’ya gidelim” dedi…
Eylül’e yeni girilmesine karşın Kürkçü Obası dönüş hazırlıklarını bitirmek üzereydi. Oba’nın beyleri toplanmışlar, karar vermişlerdi, bu yıl erken dönülecekti. Erken yola çıkalım diye ısrar eden Ahmet Kâ idi. Bir an önce Çukurova’ya inmek, küçük oğlu Mustafa’yı Adana’da bir doktora göstermek istiyordu. Kadınların hazırladıkları ilaçlar, içirilen çorbalar kâr etmemişti. Küçük Mustafa gün be gün eriyordu.
Nihayet o büyük gün gelip çatmıştı. Çadırlar söküldü, denkler bağlandı, develer ayaklandı, göç yola düzüldü. 
Küçük Mustafa iyiden iyiye kötülenmişti. Abisi Mehmet yanı başından ayrılmıyordu. Bir de anası Havva. 
Mehmet, küçük Mustafa’yı devenin sırtına bindirmişti. Deve’nin Mahfe’sine Mustafa’nın rahat edebilmesi için yeni bir şekil vermişti. Mehmet, durup durup, “Mustafam, bak, yerin rahat. Çukura kadar yat uyu. Keyfine bak” diyordu.  Oysa Mustafa için sözlerin anlamı kalmamıştı. Mustafa o sabah çorbasını da içmemişti. Artık ne yese çıkarıyordu. Beti-benzi atmış, erimiş küçücük kalmıştı.
Dönüş yoluna çıktıklarının ertesi gününün sabahıydı.
Herkes gün doğamadan kalkmış, yeniden yola çıkmanın hazırlığını yapıyordu. Kimse birbiriyle konuşmadan hızla işini bitirmeye çalışıyordu. Sabahın mahmurluğunda ardıç kuşlarının tıkırtısından, kargaların kaaaag, kaaaag’ların başka ses duyulmuyordu.
Bir anda yaylaların vadilerinde “oğlum… Mustafam… Mustafam…” sesleri yankılandı. Önce, karşıki tepeler, sonra ötekiler karşılık verdi “oğlum… Mustafam…” diye.
Ellini denginden çeken, devenin yularını bırakan Havva’ya doğru seğirtti. 
Korkulan olmuştu. Çığlıkları ağıtlar, ağıtları gözyaşı bastırdı. 
Küçük Mustafa’yı yere serdikleri kilimin üzerine yatırdılar, üzerini de anasının başından düşen yağlıkla örttüler. Kadınlar, kilimin etrafına dizilmişler, dizlerini döve döve, saçlarını yola yola, bir öne bir arkaya sallanarak, haykırarak ağlıyorlardı. Küçük Mustafa’nın başucunda ablaları vardı. Fadime, Fatma, Iraz… En çok da onlar dövünüyorlardı. Abileri Mulla Osman, Mulla Ahmet ve Mehmet daha geride, çömelmişler sessizce gözyaşı döküyorlardı. Babası Ahmet Kâ, daha geride yere çökmüş, başını dizlerinin arasına sokmuş ağlıyordu…
Oba’nın ileri gelenleri alışık olduğu gibi toplandılar ve kararlarını verdiler. Güneş daha fazla yükselmeden yola çıkılmalıydı.
Aileye yakın erkeklerden biri küçük Mustafa’nın başında ağlaşan kadınlara doğru yürüdü. Kadınların yanı başına gelince durdu, “Vedalaşın, ayrılık zamanı geldi” dedi. 
Havva, şahin gibi hızla kapandı küçük Mustafa’nın üzerine. “Mustafa’mı vermem size, vermem size…” diye haykırdı. Mustafa’yı yerden aldı, göğsüne bastırdı. Kadınlar, kızlar, “almayın O’nu bizden” dediler. Erkek, kadınların arasına girdi, Havva’nın koynundan Mustafa’yı söküp aldı.
Ahmet Kâ, oğulları Mulla Osman, Mulla Ahmet, Mehmet Lecu, kardeşleri Mehmet Çavuş ve Hafız Abdullah, yeğenleri ve obanın öteki erkekleri, abdestlerini aldılar. Sonra da Mustafa’yı alıp konak yerinden uzaklaştılar. 
Beyaz bir beze sarıl sarılmıştı Mustafa… Bir o abisinin, bir öteki abisinin kucağına geçiyordu. Gözden kayboldular. 
Grup bir süre sonra döndüğünde, bir kişi eksikti. Eksik olan Mustafa’ydı. Mustafa’yı gittikleri yerde bırakmışlardı. 
Havva, erkekleri görür görmez yerinden fırladı, önce kocasının yakasına yapıştı, “Mustafam nerede, nereye götürdünüz yavrumu” diye, sonra oğullarının. 
Kimseden ses çıkmadı. Gitti Mehmet’in yakasına yapıştı, sarstı: “ne yaptınız oğluma.” 
Mehmet’in gözünden sicim gibi yaş süzülüyordu. Konuşamadı bir süre. Sonra anasının sarsmasıyla kendine geldi. Sesi titreyerek, “Mustafa’yı Bir Köy Mezarlığına Gömdük Ana!” diyebildi.

İDRİS ADİL


(Hikaye’nin kaynağı muhtelif. Gerçekte yaşanmış olan bu olayla ilgili hikaye, anlatımlardan yola çıkılarak İdris Adil tarafından kurgulandı.)

Yorumlar